23.12.12

Çay Koyup Gelicem

Çaldırıp kapattığında arkadaşınız, siz çoktan "Alohaaa!" diye açmışsanız telefonu, ya da mesaj sesi geldiğinde "Özür diliyordur ama ben kabul etmeyeceğim!" demişseniz ama gelen mesaj sadece operatördense, "Bak bu da kankam, bana bakınıyordur" deyip el salladıysanız ve görmediyse, ya da sizin adınızı seslendiyse biri ama size değilse ve siz çoktan durup bakmışsanız, çok karizmatik hissettiğinizde ayağınız takılıp elinizle merdivenin tozunu bi' güzel aldıysanız, övgüler size sandığınızda konu tutmuyorsa ve alkışlar aslında size değil de arkanızdaki bateriste gidiyorsa bu adamı siz de anlayacaksınız...

30.11.12

Önyargı

Eğer insanlar dış görünüşlerine göre yargılanabiliyorsa enstrümanlar da  yargılanabilir bence. Bir sanatçı eline keman almışsa daha müziği duymadan hüzünlenirim. Akordeonsa ele alınan fıkraya dinlemeye hazır insan gibi neşelenmeye hazır ritmi beklerim. Çelloysa ağır abi konuşacaktır. Piyano, elit bir beyefendinin kibar bir ikramıdır. Darbukatör varsa göbek atacak birileri de vardır muhakkak. Blok flüt ufak bir çocuk olabilir ancak. Davul ve tokmak, bıyıklı Osmanlı beyefendisi. Eğer beklediğimden faklı çıkıyorsa notalar, neşelenecek yerde hüzünleniyorsam, gülecek yerde kızıyorsam eğer gözlerimi kapatır, bir de öyle dinlerim.

25.11.12

Sonsuz Boşluk

Gözlerim kapalı uyandım bu gece
Yağmur yastığımı ıslatmış yine
Tüm dünyamı temizlemekten tıkanmış
Nefes alamaz olmuş burun deliklerim

Göğsüme bir tır park etmiş yine
Yükünü boşaltıp gitmiş öbür geceye
Geceler arası yaşam durmuş
Geçmişle geleceğin bağı kopmuş

Hiç bir fark yok rüyalarla geceler arasında
Karanlık mı yoksa ben mi uyuyorum
Kaybettiğim insanlar konuştuklarım
Herkes fısıldıyor bir mezarlık sessizliğinde

Toprak kokusu doluyor burnuma
Soğuk bir pişmanlık var havada
Ahşaptan hoşlanmıyorum hiç
Uykum yok henüz

Ve Aya Bak

Uzaktan izliyorum seni
Varlığımı hissettirmeden
Kafanı kaldırdığında gördüğün ay gibi
Kendimi gizlemeden ama dikkat de çekmeden
Hep yanında ama çok uzaktan

Nefesimi hissedemezsen üzülme
Ellerimi tutamazsan üzülme
Sarılamazsan öpemezsen boynumdan
Çekemezsen kokumu içine
Kaldır başını ve aya bak

16.11.12

Savaşın Meyveleri


Yağmur yağıyordu yıkamak istercesine
Etrafa saçılan kanlı kollar, açık yaralardan akan kanları
Ve akarak toprağın çamura çalan kahverengisinden
Kırmızıya boyuyordu berrak gölü

Susamış ağaçlar nefes almak istercesine
İçine çektiğinde bir yudum suyu gölden
Gelen sadece masumların kanıydı
Ve aç savaşzedeler bir lokma ekmeklerini bile kıtlayarak yiyen
Hiç fark etmiyorlardı kanla beslenen meyvelerin acı tadını
Daha acıydı çünkü savaşın tadı
Hücrelerine sinen savaş meyvelerinden

15.11.12

Şiir Gibi Aşk

Elime geçen tüm şiirleri yutuyorum
Aç bir köpek gibi çiğnemeden
Güzel çirkin önemli değil
Doymalıyım, inat şiirsizliğe

Yazmaya çalışıyorum beceriksizce
Olmuyor okuduklarıma benzemiyor
Öyle güzel anlatıyor ki şair
Aşık olmak istiyorum yazabilmek için

13.11.12

Köprüaltı


           Bir masam yoktu, bir sandalyem de yoktu. Bir kırtasiyede satılan hiçbir şeye de sahip değildim, her ders öğretmenimden ödünç aldığım kalem ve tüm yaz çalışarak alabildiğim tek ciltlik defterim sayılmazsa. Bir tek öğrenme isteğim vardı benim ve öğretmen konuşmak için ağzını her açtığında sonuna kadar açılan gözlerim.
          Öğretmenim çok zor şartlarda okuduğunu anlatırdı bize. Daha çok çalışmamızı istediği için anlatırdı bunu ama bana anlatmasına gerek yoktu çünkü ben görürdüm onun ne kadar zor şartlardan geldiğini. Anlattığına göre onun okula gitmeye zamanı bile olmazmış. Evin tek erkeği olarak çalışması gerekirmiş. Okuldan ne öğrendiyse küçük kız kardeşinin defterlerinden öğrenmiş. Gece işten geldikten sonra bir yandan defteri okurken bir yandan da anlattırırmış kardeşine, böylece kardeşinin anlamadığı yerleri de o, ona anlatabilirmiş. Okul yüzü görmeden öğretmen olmuş sonunda. Öğretmen dediysem öyle aklınıza sınıfta oturan, geçmişini unutmuş bir adam gelmesin. Gündüz tüm gün okulda dersler anlatıp öğrencilerin sorunlarıyla tek tek ilgilen, elinden geldiğince onlara maddi manevi destek olan ve en önemlisi de hepsine inanan bir adam benim öğretmenim. Okul çıkışı bisikletine biner. Tüm şehri geçer, gerçekten uzun mesafelerden bahsediyorum, ve benim okuluma gelir. Ben ve benim gibilerin. Şehrin en uzak köşesinde eski kullanılmayan bir köprüaltı burası. Buradan yıllar yıllar önce nehir geçermiş ama artık kurumuş. Yağmur yağdığında ki buralara çok sık yağar, su almayan tek yer burası.  Burada okula dair tek şey belki de duvarın siyaha boyanmış kare bölgeleri. Öğretmenim ve diğer öğrencilerin öğretmeni bu siyah kare bölgelere beyaz tebeşirle yazar, orayı tahta gibi kullanırlar. Tahta gibi derken öğretmenimin söylediğine göre okulda bunlar tahtadan oluyormuş. Evet, belki biz zor şartlarda okuduk, okuyoruz ama öğretmenimin hakkını vermek lazım o hâlâ zor şartlarda ders anlatıyor. Bunu severek yapıyor, yapmak zorunda değil. Hayır, hiç değil. Okuldan aldığı parayla kendine araba bile alabilirdi ama o bize kütüphane açacağına söz verdi. Açacağını da biliyorum.
Bu okulda her yaştan insan var hatta benden 50 yaş büyük biri bile benimle aynı sınıfta. Sınıfa katılmak için tek bir şart var: öğrenme isteğiniz. Zaten onu da öğretmen ya da başka birisi sınamıyor; yağan yağmur sınıyor, esen ve iliklere işleyen rüzgâr sınıyor, oturduğunuzda batan taşlar, çömeldiğinizde uyuşan ayaklarınız sınıyor, yerden yediğiniz soğuk, yazarken iki büklüm olmaktan tutulan sırtınız sınıyor öğrenme istediğinizi. Peki, ben neden mi bu kadar öğrenmek istiyorum? Öğretmen olup benim gibi kimsesiz kimselere, öğrenmek isteyenlere ne biliyorsam öğretebilmek için.

7.11.12

Kartpostal Hayat

            Yemyeşil bir çimenlik, dalgalı bir deniz ve kapkaranlık bir gece bir aradaydı onlar el ele yürürken. Çimler sırılsıklamdı ve bastıkça nefis çimen kokusu yükselip yosun kokusuyla kısa bir süre savaşıp kayboluyordu. Sonra rüzgar gelip yosun kokusunu da alıp uzaklaşıyordu kısa bir süreliğine, sessizliği bırakarak ardında. Yerde meşaleler yanıyordu belirsiz aralıklarla yerleştirilmiş olan. Ortalığı turuncuya boyayan ve manzarayı bir kartpostala çeviren de buydu sanırım. Üstü çıplaktı çocuğun, kızsa etek giymişti. Hadi yüzelim, dedi kız. Çocuk aniden durdu, bakışlarını gökyüzüne kaldırarak düşündü. Neden korkuyorsun?, dedi kız. Neden kaçıyorsun? Cesaret, dedi çocuk, cahillere göre bir şeymiş, artık biliyorum...

3.11.12

Aşk Sana Çok Yakışıyor

         Elindeki sigaradan bir nefes aldı. Derin bir nefes. Kız yutkundu, canı istiyordu. Yeni bıraktığımı biliyorsun, dedi. Sinirlenmişti karşısında keyifle ve utanmadan sigara içmesine. Kızmıştı kendine de, tiksinerek, bıkarak bıraktım zorla bırakmadım ki neden canım istiyor? İçerse pişman olacağını da biliyordu. Ama böyle bir bağımlılıktı bu her bağımlılık gibi. Alerji yapacağını bile bile acı yemek gibiydi. Beynin bilse de gerçeği kalbin istiyordu. Bunun bir çözümü yok. Sigarayı tamamen bırakamayacağını da biliyordu içmeyi sevemeyeceğini de. Aslında sana yakışıyor biliyor musun?, dedi. Anlamadım?, dedi çocuk. Konunun üstünden baya geçmiş çocuk sigarasını söndüreli baya olmuştu. Aşk, dedi kız. Aşk sana çok yakışıyor.

1.11.12

Kemanımın Teli

            Kemanımın tellerinde geziniyorum, parmaklarım birbirini kovalıyor. Piyanodaki parmaklarsa beni kovalıyor. Hayatımda yaşadığım tek heyecan bu. Başıma gelen ilk kovalamaca. Düzmece bir hayatın içerisinde desteksiz yapıların arasından geçiyorum. Kimsenin hiçbir şeye sahip çıkmadığı küçük bir dünya. Dev bir ayakkabıya çarpıyorum. Kafamı kaldırıyorum ta tepeye kadar, görmeye çalışıyorum. Dev bir çocuğun küçük kırmızı ayakkabıları bunlar aslında. Küçücük kalıyorum onun yanında, onun cesareti ve bu hayata duruşu karşısında. Ben kaçarken notalardan o elinde bir fa anahtarı ile direniyor. Kafasını öne eğmiş, sabırla zamanını bekliyor. Kazanacağına inanıyor en azından. Kaçmanın saçmalık olduğunu fark ediyorum. Savaşmaya değerdi en azından. Kendimi fark ettirmeye çalışıyorum. Şarkımı daha coşkulu çalışıyorum. Daha bir aşkla. Kız beni fark ediyor. Bana bakmak için kafasını eğdiği sırada üzerime bir gözyaşı düşüyor. Gözyaşı benim kadar. İçerisinde boğulacak gibi oluyorum. Birkaç damla daha düşünce akıntıya kapılıp kaymaya başlıyorum. Kemanım akıntıda kayboluyor ve şarkım susuyor ama küçük kız gitmeme izin vermiyor. Beni alıp mavi önlüğünün üst cebine koyuyor, dümdüz ve upuzun saçlarıyla cebinin üstünü kapatıyor. Kurulanmaya çalışırken iyice gömülüyorum derin cebe. Savaşımı unutuyorum, silahım da yok zaten. Yorgun düşmüşüm iyice, uyku bastırıyor. Günlerdir uyuyamıyorum bari şimdi iyi uyusam.



30.10.12

Reenkarnasyon

"Benim için de sadece sen varsın" dedi sarışın çocuk ama arkası dönüktü ona. Çocuğun baktığı yer bambaşkaydı kızın gördüğünden. Kız haykırdı arkasından ama çocuk yoktu artık. Peşinden gitti kız da. Bir uçurumdu düştükleri. Bembeyaz bulutlardan oluşan bir yataktı. Derinliği yoktu, sonu da. Hem güzeldi hem de korkunç. Ama korkmadı ikisi de ve süzüldüler bulutların arasında kanatları varmışçasına el ele. Mutluluktan yaşlı gözleri birbirine o zaman değdi işte. Nereye gittiklerinin bir önemi yoktu şimdi varlıklarını hissettikçe. O saatten sonra düşmüyorlardı, beyaz bulutlar uçuyordu yanlarından sadece. Düşmek denemezdi buna çünkü. Ve ayakları yere bastığında ak sakallı dede de yoktu altın varaklı kapı da. Kundağında ağlayan iki bebek vardı, az önce ayakta durdukları yerde.

27.10.12

Hiç uyanmasam

http://www.fotokritik.com/2106467/agacli-yol-itu

        Bir şehir var. Kulağımda kulaklık, kalın paltomun ceplerinde ellerim. Karlar, bir yandan ayağımın altında çıtırdıyor, bir yandan omzumda birikiyor. Sokaklar uzun ve sessiz. Ağaçlar yollara eğilmiş, hal hatır sorarken beni umursayan bile yok. Koskoca şehrin umrunda bile olmadan, kimse duymadan geçiyorum bu şehirden. Yolum uzun, yorgun değilim fakat yalnızım. Yalnızlığım da yağıyor karla birlikte üzerime, omuzlarımda birikiyor. Kardan da ağır, şehrin yalnızlığından da. Çok yolum düşmez bu şehre, aklıma düşer bu şehir. Sık sık yürürüm bu hüzünlü, duygulu sokaklarda. Çekerim kokusunu içime bu şehrin, yerden yükselen soğuk buharlarından. Buzda kayar ayaklarım sonra alışık olmadıklarından ve düşerken uyanırım yatağımda üşümüş bir halde.

25.10.12

Jennifer

  Öne doğru atıldı önce. Durdu, benden tepki bekliyordu. Tekrar hareketlendi, kafasıyla da 'haydi' işareti yapıyordu. Ben bir adım atınca o beş adım ileriye gitti ve tekrar durup arkasına baktı; geldiğimden emin olmak istiyordu. Pek halim yoktu ama o çok ısrarcıydı. Seslendi. Ağır adımlarla yürümeme kızmıştı. İstifimi bozmadan yürümeye devam ettim. Bağırdı iki üç defa art arda; artık sinirlenmeye başlıyordu, koşmamı istiyordu. Ben de öne doğru atıldım, bu sefer koştuğumdan emin bir halde 8-10 adım koştu. Durdu; gelmediğimi anlamıştı. Bu sefer geri atak yaptı, hızla üzerime geliyordu. Bir an tedirginlikle ne yapacağımı bilemedim, acaba bana gerçekten zarar verir mi dedim. Geldi etrafımda bağıra çağıra tur atmaya başladı. Sabahın altısıydı, yeterince gürültü yaptığımız ve artık komşuları rahatsız etmek istemediğimiz için - yeterince şikayet gelmişti zamanında- koşmaya başladım. O sırada tur atmaya devam ettiği için ters yöne doğru koşuyordu ama koşmaya başladığımı fark eder etmez durdu ve hızla aynı yöne koşmaya başladı; park istikametine. Her sabahki gibi daha ufukta park görünmeden beni geçmişti. Parkın kapısına kadar gitti içeri girmeden biraz daha yaklaşmamı bekledi. Yarışı kazanmış ve beni kandırmış olmanın verdiği gururla her zamanki yerine çişini yaptı. 
            Adı Jennifer. O zamanlar henüz bir yaşındaydı. Ve bir yıldır da hayatımı renklendiriyordu. Bir alışveriş merkezinde karşılaştık ilk. Sahibi doğalı 1 hafta olmuşken bakamayacağını anlamış Jennifer'a ve onun kardeşlerine.
Pet shop'a onları satmaya gelmiş ancak çok küçük oldukları için satamamıştı. Tavşan sandım onu ilk kutuya baktığımda. Çok tatlıymış dedim Jennifer'ı göstererek. Satayım sana, dedi benden küçük bir çocuk. Öğrenciyiz dedim. Anladı param olmadığını. Annesi geldi çocuğun. Bakabilecekseniz vereyim size dedi. Düşündüm, bakarım ama apartmanda yaşıyorum. Ben bakarım sorun değil yemeğini veririm, gezdiririm, her şeyiyle ilgilenirim ama annem izin vermez. Hem çocukluktan beri bir köpeğim olmasını çok istiyorum ama annem de çocukluktan beri köpek almama izin vermiyor. Ama bu çok tatlı, eminim annem de sevecektir. Evet karar verildi alıyorum. Bakarım dedim. Bak bunun aşısı var hastalığı var her gün gezdirmesi var, tüyü var banyosu var, biti var, piresi var dedi. Tamam her şeyiyle kabul, yalnız bir telefon numaranızı alsam iyi olur dedim. Ne olur ne olmaz. Kucağımda uyuyordu eve geldik. Yere koydum dizimde uyumaya başladı. Koşup koşup durduğu yerde uyuyordu. Biberon aldım ona süt verdim, ilk mahsulünü koridorun orta yerine verdi. Zaten annemin gelip ne söyleyeceğini düşünüp kendi kendimi yerken bu durum daha da korkuttu beni. Henüz tanıyalı 2 saat olmuştu ama öyle çok seviyordum ki, ondan ayrılmayı kabul edemezdim.
            Korktuğum başıma gelmedi. Annem kızmadı sadece tehdit etti. Eğer bir yerde sidik, kaka, kıl görürsem, dedi, cümlesini bitirmeden ''asla, yemin ederim görmeyeceksin'' dedim. 3 ay evin içine etti. En sonunda balkona yapmayı öğrettim her şeyini. Her gün de dışarı çıkarıyorum. İşin en güzel yanı da geceleri annemle beraber yatıyorlar.
            Aslında bu olanlar 7 yıl önceydi. Jenny ile bambaşka bir sürü şey daha yaşadık güldük ağladık ve en önemlisi de birbirimizi çok sevdik. Şimdi bu defterleri neden açtığıma gelince, işlerinde ehli insanların hayvanları korumak(!) için attığı büyük adımlar. Hayvanlarımızla neden uğraştıklarını bilmiyorum ama tek bir şey biliyorum o da hayatlarında hiç hayvanları olmadıkları. Olmuşsa bile en fazla kurbanlık koyundur.

19.10.12

Bir Hikayem Var Anlatacak

       Bazen sadece anlatır insan, mesaj vermeden, sonunu nasıl bağlayacağını bilmeden.
       Bizim mahallede eski bir kahve vardı. İçeride genelde yaşlılar bazen de gençler; yüksek sesli gülüşleri, masalara vurdukları okey taşları ve yumruklarının sesleriyle durmadan çay içer, sohbet ederlerdi. Biz - ben ve mahalledeki diğer ufaklıklar- kahveye sadece büyüklerimizi çağırmaya gönderilirdik. Berberin hemen yanıydı, berbere çok gitmiştim ama kahveye ilk defa gidecektim. Geceleri tüm evlerden kahkahalar ve mangallardan tüten dumanlar yükselirdi ama gündüzleri sadece kahveden. Yoğun bir sis bulutunun içine girdiğimi hatırlıyorum -o zamanlar sigara içme yasağı yoktu- gözlerim biraz yaşardı ama hemen alıştı, fakat alışamadığım bir durum vardı ki o da neşe ve şiddetin gereksiz uyumuydu.
       Ciddi bir bakkalımız vardı. İçeri girdiğimde yüzüme dik dik bakar ilk benim konuşmamı beklerdi, o baktıkça ben de bakardım en son o sıkılır kafasını hafifçe sallardı ben de istediklerimi sıralardım. Ciddiyetini bozmadan istediklerimi poşetler, kendince bir şaka yapar buna tepki olarak gıdığını çıkarıp burnundan tıslardı, bu onun gülmesiydi diye düşünürdüm, meğer değilmiş; Önce önündeki adamın keline tüm gücüyle bir tokat yapıştırdı sonra da avazı çıktığı kadar kahkaha attı, boğazı yırtılıp nefesi tükeninceye kadar sürecek sandım ama başladığı kadar hızlı bitti. İşte bu sahneyle birlikte kendi kahvefobi hastalığımın mucidi oldum.
      Tıpta adı konulmamış bir hastalık bu çünkü adı değişir. Herkesin bu korkuyu ilk yaşadığı olaydan alır adını. İşin aslı, insanların görmeye alışık olmadığın yüzünü görmenizle başlar. Bu anne babanızı iş yerinde görmek, öğretmeninizi sevgilisinin yanında görmek hatta ilkokul arkadaşınızı ilk olarak üniformasız görmek bile olabilir. O insanlar artık sizin evde bildiğiniz pijamalı aileniz, ciddi ve babacan öğretmeniniz veya çalışkan arkadaşınız değildir. Onların birer kimliği daha vardır ve bunu kabul etmek demek onların sizsiz bir hayatları olduğunu da kabul etmek demektir. Başta zor gelir çünkü onları sadece iş başında görmüşsünüzdür, özel hayat ise bambaşkadır.
       Özel hayatla meslek hayatını birbirine karıştırmak birçoğumuzun farkında olmadan yaptığı bir şeydir. Mesela "doktordan temiz araba" sözünü ben ilk duyduğumda, tüm koltuklarında kan lekeleri olan, koltuk aralarından haplar vs. çıkan ama yine de dışarıdan bakınca temiz görünen bir araba canlandı gözümde. 'Öğrenci adam', pasaklılığı ve dağınıklılığıyla bilinir ve öğrenci adamın asla parası olmaz, büyüklerle çıkılan yemekte ona hesap ödetilmez, cep harçlığı verilir ona, mühendislerinse iyi birer koca olacağı düşünülür hep.
      O gün kahvede yaşadığım şoku çabuk atlattım, hatta okey masalarının yanındaki sandalyede yancı hesabından oralet içmişliğim bile var. Meslek hayatlarıyla özel hayatları arasında fark olmayanların mesleklerini seven insanlar olduğunu anlamam da pek uzun sürmedi ama hala çocuklarına mühendis ol, doktor ol diyen ebeveyni anlayabilmiş değilim.

19.2.12

Dilsiz Palyaço




               Ağzındaki bir düdükle her şeyi kolaylıkla anlatabiliyordu. Kimse onun gerçekten dilsiz olduğuna inanmıyordu. Ambulans gördüğünde yere yatıp "ölen adam" taklidi yapan, karşıdan karşıya ağır çekimde geçip şoförleri çıldırtan, gidip polis memurlarına yazan, insanların arasından seçtiklerine düdükle talimatlar vererek oynatan, eğlendiren, kendi çevresinde oluşan geniş çemberin ortasına aniden dalan ve gösteriden haberi olmayan yaşlı amcanın çıkmasını beklerken patlamış mısır yediğine bizi inandıran fakat para toplama kısmına gelindiğinde çevresinde kimseyi bulamayan bu palyaço en sonunda eşyalarını ve bozukluklarını sırt çantasına koyup mola veriyordu, havuz başında oturan insanlara katılarak. Molada yanına gelen ve hala ona inanmayan insanlara konuşmayarak anlatıyordu, anlamak istemedikleri ya da yakıştıramadıkları dilsiz oluşunu.

             Bir gösteri daha yapıyor , molada kendisine uzatılan kolayı içtikten sonra. Kalabalık tekrar toplanıyor, artıyor, gülüyor, coşuyor ve para verme zamanı kimse kalmıyor yine... Alabildiklerini çantasına koyuyor; şapkasını ve eşyalarını.
            Düdüğü boynunda, makyajı hâlâ yüzünde, alıyor çantasını ve karışıyor kalabalığına, Madrid sokaklarının.Sessizce...

  

18.2.12

Maskeli Balo


Telefon sesi...

(Sessizlik...)

Telefon sesi...

        Kadın ikinci çalışın bitmesine izin vermeden açar telefonu. Tereddütlü ve isteksiz konuşur. Az ve öz."Hayır"  der, "Gelemem."  ve  kapatır, telefonun içinden bir el uzanıp onu çekecekmiş gibi telaşla...

        Odaya döner, yaptığı yapbozun başına. 10.000 parçalık bu set, neredeyse odanın tamamını kaplayıp odaya bir "yapboz odası" havası katıyordu. Venedik'te düzenlenen festivallerden bir görüntüydü: Maskeli baylar ve bayanlar, çeşitli pozlarda salınmaktaydılar.

       Bir parçayı eline aldı, dikkatle baktıktan sonra ne yaptığının farkında bir tavırla, odanın bir ucunda duran komidinin çekmecesine attı; diğer beyaz küçük parçaların yanına...

      Kapı sesiyle irkildi. Gözleri o anda saate kaydı ve kapıya koştu, heyecanla kapıyı açtı; yüzünde bir maske olduğunu unutarak. Öz çocuklarının yüzüne - daha doğrusu maskesine - bakmamasıyla hatırladı tekrar maskesini. Ancak bedeni, inanmamakta ısrar ediyordu. Elleri dokundu, yanağının olması gereken yerde bulunan, maskesine. Oradaydı işte.  Bir çelik kadar soğuk ve ifadesiz, bir porselen kadar beyaz.

      Çocuklar adeta mırıldanarak "merhaba" dedikten sonra koşarak içeri geçtiler. Hala alışamadığı bu duruma, olduğu yerde art arda sorular sorarak tepkisini gösteriyordu belki de; "Nasılsınız canlarım?" , "Nasıl geçti gününüz?""Okulda bir yaramazlık olmadı ya?"... Kadının söyledikleri, çocukların ayaklarının altında ezilen merdiven sesinde kayboldu... Elinde kalakalan küçük kızının çantasına baktı bir süre ve odaya geçti...

                                                         o-o-o

       Otoparkta ilerlerken resmen dans ediyordu. Çantasını sallayışında, yüzünde tutamadığı gülümsemesinde bir hınzırlık vardı, ya da saf bir mutluluk... Arabasına bindi -kaliteli bir 4x4- müziği yeterli seviyede açtı ve şarkı söylemeye, araba sürmeden önce başladı. Işıklarda eliyle direksiyonda ritim tutarken, ritmi bozan bir ses duydu. Telefonunu eline aldı ve o sırada, o mutlu adam arabadan inip gitti sanki; tadı kaçtı, suratı ekşidi, müziği duymaz oldu - o kadar mutluluk veren müziği-, hatta alnında bir damar bile atmaya başladı. İsteksiz bir sesle açtı telefonu: "Yoldayım canım, geliyorum."  Telefonu kapatıp müziği son ses açtı ama artık müziğe kendini kaptıramıyordu. Sinirle CD çaları kapattı.

                                                          o-o-o

     Zaten kocası geç kaldığı için iyice tedirgin olmuştu bir de inatla bulamadığı yapboz parçası onu çileden çıkarıyordu. İşte bu kapıyı neden sevinçle açtığının göstergesiydi. Her kapı açış, her karşılarına çıkış bir işkenceydi halbuki... Umutsuzluğuna umut olan kocası elinde deri kaplı çantasıyla, ilk evlendikleri gün ki gibi tatlı gelmişti: Gözlerini kaldırıp gözlerine baksaydı tabi, uzattığı yanağını öpüp de içeri girseydi ve hiç olmazsa maskenin alt köşesinden süzülen gözyaşlarını görseydi. Hiç mi hissetmemişti "Yemek hazıııır!!" diye bağırırken, içtensizlikle, sesinin titrediğini? Yemekteki patlayışının sebebi bunlardandı aslında. "Yeter artık dayanamıyorum!" dediğinde, tıpkı bundan 4 yıl önce dediği gibi, gerçekten dayanamıyordu.

                                                          o-o-o

       "Yeter artık dayanamıyorum!"  Eğer çatalı eğercesine sıktığı eli zangır zangır titremeseydi bunu kimin söylediği bile anlaşılamayacaktı. Kafasını öne eğmişti; kıvırcık, kabarık saçları ortadan ayrılmış olmasına rağmen her yerdeydiler şimdi. Sol gözünün etrafı mordu, yüzünde bir iki sıyrık da vardı. Kendini zaten çok zor tuttuğu belli olan kocası hiddetle yerinden kalktı ve kadının yüzüne okkalı bir tokat attı.

(Karanlık...)

                                                         o-o-o
  
(Karanlık...)

Yeter artık yeter...! Dayanamıyorum, lanet olsun! Ne yediğim yemekten, ne içtiğim sudan tat ala... Hayır hayır çocuklarım onlar benim, sadece sevgilerini yeterince gösteremiyorlar o kadar. Kocam beni sevmese bile çocuklarının annesini sever, evet sever. Dayanabilirim. Dayanmalıyım...

                Bir süredir bu dengesiz ruh haliyle mutlu olmaya çalışıyordu ve her seferinde derin pişmanlıklar yaşıyordu. Bu sefer yaşamadı. İyi ki içime atmışım dedi, neyse ki içimden bağırmışım... Sıktığı elini yavaşça gevşetti. Çatalını sessizce tabağının kenarına koydu ve maskesinin faydalarını kullanarak çaktırmadan aile fertlerine baktı. Veli toplantısından bahsediyorlardı ve kimse fark etmemişti. Sessizce yemeye devam etti.

                                                         o-o-o



Telefon sesi...

(Sessizlik...)

      "Alo?"  Koşarak açmıştı bu sefer; "Ben,"  dedi, "kararımı değiştirdim. "  Karşı taraftan ses gelmesini bekledi. Aslında şoku atlatmasını bekler gibiydi. Sonunda cevap geldi, cevaba hızla ve heyecanla cevap verdi: "Bugün? Tamam. Tamam,  görüşmek üzere..."  İlk seferinde telefonu kapatamadı, elleri titriyordu.

        Koşarak yatak odasına gitti. Aynanın yüze denk gelen kısmı kırıktı - maskesini vurarak kırmıştı -  maskeyi çıkardı ama yüzünü görmek zorunda değildi ve hiç bakmadı yüzüne. Kalktı dolaptan bir kıyafet aldı ve giyindi. Sadece gözlerini açıkta bırakan kadife bir kara çarşaftı bu. Peçesini iğneledi, çantasını aldı, ayakkabısını giydi ve evden çıkmadan son bir kez hayallere daldı.

                                                          o-o-o

          Aynı aynanın karşısında bu sefer cesur  dekolteli, saçları fönlü çok güzel bir kadın durmaktaydı. Tam çıkmak üzereyken arkadaşları durmadan arayıp acele ettiriyorlardı, şu an yaşayıp yaşamadıklarını bile bilmediği, hiç arayıp sormayan arkadaşları.


                                                          o-o-o

        Doktorun odasındaydı şimdi.. Doktorun elinde test sonuçları yani hayatının geri kalanının onlara bağlı olduğunu bildiği kâğıt parçaları...