8.10.13

yaşanmamış hayatlar

bir defalığına çocuk olabilir miyim tekrar? yapacak işlerim var çok ama çok önemli. ölüm kalım meselesi. mesela dut ağacı. yeterince tırmanamadım ona. çocukluk arkadaşlarım, onlarda da yapmam gerekenler var. yalın ayak avluda koşmalıyız daha çok, kız tavlamaya(!) gitmeliyiz saçlarımızı jöleleyip... yeterince yara izim yok bu yüzden biraz daha düşüp kalkmam gerekiyor. kırılmasın diye oynamadığım bütün oyuncaklarımı kırmam gerekiyor ve ortalığı fena halde dağıtmam gerekiyor toplamak yerine... çocukluğuma gidip pencereden sokağı izlediğim saatler yerine dışarıda zaman geçirmem gerekiyor şimdi insanları sevebilmem için... sadece bir defalığına çocuk olmak istiyorum tekrar daha çok resim  yapmak için.. yaşanmamış hayatlara bir tane daha eklenmemesi için

7.10.13

Gözlerimi kapatıyorum, bekliyorum, zaman geçmiyor. Gözlerimi açıyorum koşuyorum, koşturuyorum. Olacak olmayacak her şeyi yapıyorum. Oyalanmak zaman geçirmek için. Bir şişe var aklımda. Dolapta kilitli duran. Aklımda uyuşmak var unutmak var, dibine vurmak. Dibe vurmak var aklımda. Dibe vurmak içimden gelen... Bırakıp gitmek uzaklaşmak. Sokaklardan, şehirlerden... Hepsinden. İnsan olmayan yerlere gitmek var içimde... Bir mağaraya taşınmak kaça mal olur? Neler pahasına taşınabilirim huzura? Huzur var mı yanında fazla? Bende pek kalmadı da... Bıkkınlık var satılık. Kiralık da olur. Sahibinden... Biraz eski gerçi kullanılmış baya ama iyi iş görür. İçinizdeki tüm yaşam enerjisini alır götürür. Evdeyseniz evde oturursunuz tüm gün kıpırdamak bile gelmez içinizden. Dışarıdaysanız eve girmek gelmez içinizden. Biriyle sohbet etmezsiniz. Etseniz de açmazsınız kapılarınızı... Anlatmak ne kadar zor... Anlamak bildiğiniz şeyleri... Biliyorum tüm yaşadıklarınızı çok da bi cacık değil yani... Sizinki dert mi allah aşkına? Benim derdim büyük triplerine girmicem ama en azından olan biteni görecek kadar ayığım. Acıları görebiliyorum, soğuğu hissediyorum sokakta yatan insan adına, açlığı duyuyorum sokak köpeği adına ve aşk acısı çekebiliyorum bir aşk şiirinin yazarıyla birlikte... Haydi hiçbir şey bilmiyorum diyelim en azından şu kadarını biliyorum ki eğer anlatıyorsan anlatabiliyorsan derdin dert değil arkadaş. Kelimeler boğazına takılmıyorsa anlatırken gözyaşlarına boğulmuyorsan ya da hakkımda ne düşünürler diye çekinmiyorsan bırak abi dert değil bunlar anlatma bana. Tahammülüm kalmadı galiba poşet hayatlara... Yakınmalara, ağlamalara, bahanelere... Galiba olmayacak... Böyle gitmeyecek...

26.8.13

Sevmeye dair...

İnsan ne kadar çok şeyi sevebiliyor, gerçekten. Küçükken tırmandığı ağacı, ilk bindiği bisikleti,  fermuarlı botunu, kareli pantolonunu, ışıklı ayakkabılarını, ilkokul öğretmenini, diş doktorunu, roman karakterlerini, dinozorlu kumbarasını, çocukluk arkadaşlarını, ilk aşkını, çizgi filmleri, şarkıları, damda yatmayı, yara izlerini bile... Sevmek ne kadar kolaydı önceleri sebepsizce... Sanki zamanla sevecek yer kalmamış da kalbimde yeni gelenleri almak için bir sürü teste tabi tutuyor gibi hissediyorum. İlk soru neden seveyim ki oluyor ardından neden güveneyim ki? Sevmek sadece sevmek geçmişe özgü bir şey şimdi... O kadar az yer kalmış ki, eskileri silmek gerekiyor yenilere yer açmak için ama onlar o kadar saf, o kadar temiz ki silemiyorum. Geçmişte yaşayanlardanım ben de belki bu yüzden.

16.8.13

Milyon defa...

Milyon defa açtım defterleri
Geri kapattım...
Milyon defa aldım kalemi elime
Geri bıraktım...
Milyon defa cesaretimi toplayıp ayağa kalktım
...

25.6.13

...

Bulmak yazgı, susmak tercihtir
Susmak kabullenmektir, sessizlik acı
Acı çığlıklar duyulur karanlık sessizliklerde
Ve unutulmaz aşklar bulunur kalbin derinliklerinde

Yaşamak yazgıdır, ölmek tercih
Ölmek yenilmektir, sessizlik acı
Acı çığlıklar duyulur sahipsiz mezarlıklarda
Ve unutulmaz aşklar yaşar mezarın derinliklerinde

Sevmek yazgıdır, söylemek tercih
Kavuşamamak susmaktır
Susmak ölüm
Ve huzur bulunur ölümün derinliklerinde...

30.5.13

Eller

Eller çok romantiktir
Eller çok hassas.
İnsan önce ellere aşık olur,
Sonra eller aşk olur...

Bakmaya doyamaz gözler
İzlemeye kıyamaz
Hep kıyaslanandır onlar
En güzel gelen tek yer...

Gün gelir o eller,
Ellere karışır
Arkasına bile bakmadan
Artık ne saran vardır ne dokunan

Özlenen eller kalır geriye
Öpülesi eller...

14.4.13

Arabada

Arka koltukta oturuyordum. Geleceğe dair kaygılar ve aitsizlik hissi etrafımı sarmıştı. Gayri resmi bir işte resmi bir kılıkla çalışıyor ve o kadar etmediğimi biliyordum. Olmazsa o olmazsa bu diye tüm hayatımı ihtimaller ve hayaller üstüne kuruyordum. Hiçbir düşüncede bu durumda kalmak ya da altına düşmek yok tabi ki. Hep aşma var kırma zincirleri, hep bir patlama. Bir kayanın üstüne çıksam kendimi tepeye tırmanıyorken düşünüyorum, iki saniye geçmiyor Everest'in tepesinde buluyorum kendimi, ne taşa çıkmanın tadına varabiliyorum ne adım adım tırmanıp gerçekten zirvelere çıkacak istikrar ve sabrı gösteriyorum. Bir kopukluk var. Kafamda kurduğum dünyayla gerçek dünya arasında. Biliyorum hep var o atasözü bile var ama bu öyle değil. Onca hayal kırıklığı onca tecrübe, aldatılma, kandırılma, satılma, kullanılma karşısında hala mı 'bir umut'? Hala mı 'belki'? Hatalarından ders çıkarmayana aptal denirmiş ya ben daniskası olduğuma emindim artık. Bariz olan devasa gerçeğin ucunda sürünen küçük bir hayal kırıntısını görüp onu gözünde büyütüp ona hayaller bağlayan bir ben miyim gerçekten?
Arabanın bir virajda keskin dönmesiyle aralarına döndüm. Arkada pek kemer takmam ama takmaya karar verdim. Kemer, açılıp kapanan koltuğun arkasında kalmıştı. Bir an takmaktan vazgeçtim. Ancak araba aşırı süratli gidiyordu ve huzursuzluğum da aşırı hızla artıyordu. Yukarı baktım. Arabanın tavanından ötelere, sen yok mu dedim. Henüz değil en azından bir başkasının hıyarlığı yüzünden değil. Öne kaykılıp koltuğu açtım ve kemeri taktım. Huzurla dolmuştum. O kadar ki hayallere daldım yine. Şirketler kurdum, zincirler kurdum franchising bile dağıttım. Araba kaza falan yapmadı. Otobanın kenarında arabadan indim. İki sokak geçip dolmuşa binecektim. Üst geçidin altına geldiğimde bir araba bariyerlere çarptı ve havada attığı iki takladan sonra üstüme düştü. Tüm kaburgalarımın dümdüz olduğunu hissediyordum. Ciğerlerim paramparça olmuştu nefes alamıyordum. Son nefesimi de yardım istemek için bağırmaya çalışırken harcamıştım. Gözlerimi açtığımda rüyalarımdaki yerdeydim. Son zamanlarda burayı çok sık görmeye başlamıştım. Ve beklediğim kişinin koltuğu tam karşımdaydı. Koltuk boştu. Birden arkamdan bir el omzuma dokundu. Bir yanlışlık olmuş dedi. Korkuyla arkamı döndüm. Yaratıcım oradaydı onu görünce yüzyıllardır onun hasretini çekiyormuşum ve sonunda hasret sona ermiş gibi hissettim. Beni kucakladı. Kusura bakma küçüğüm dedi. Senin için planlarım bunlar değildi. Daha güzel bir kader yazmıştım sana bir yanlışlık olmuş. Ne demek istediğini anlamaya çalışırken 'olman gereken buydu' dedi. Seni yapmayı planladığım yani diye düzeltti ve kolunu kolonun arkasına doğru uzatarak birini çağırdı. Gelen kişi elinde devasa bir kılıç kocaman bir kalkan ve aşırı güçlü bir adamdı. Başta adamı kıskançlıkla süzdüysem de sonunda onun aslında ben olduğumu ama kendine duyduğu aşırı güven yüzünden tanınmaz bir hale gelebildiğimi anlayıp kendimden utandım. Demek ki benim kambur durmayan, gözlerini kaçırmayan, saçları açılmamış, uzun boylu, geniş omuzlu, yapılı halim böyle biri olabiliyormuş diye düşündüm. Ancak ben daha şaşkınlığımı atamadan "Hatamı düzelteceğim. Pardon canım" dedi. Altımdaki yer yok oldu hızla dünyaya düşmeye başladım. Pardon canım kelimesi kafamda yankılanıyordu. Pardon canım. PARDON canım. PARDON CANIM.
Ha efendim?
Uyan artık istersen geldik.
Igh tamam.
Ağzımdan salyalar akmış tişörtümü ve kemeri sırıksıklam etmiş bir şekilde arka koltukta uyandım. Araba durmuş herkes uyanmamı ve arabadan inmemi bekliyordu. İndim iki sokak geçip dolmuşa bindim. Dolmuşta tekrar hayallere daldım. Bu sefer bir Cruise aldım ve ağzına kadar müşteriyle doldurup dünya turu yaptım.

Kesinlikle tek karakterli değilim. Evde farklı ben dışarıda farklı ben olduğunu kabul ediyorum. Ve farklı benleri yaşamak hoşuma gidiyor. Ben, bana karışmadıkça hiçbir sorun teşkil etmiyor. Her şey benlerimi birbirinden iyi ayırmakla alakalı. Sınırları iyi bilmelisin.Bir ben, bana yalan söylüyor ama ben başkalarına asla. Sadece benliklerim birbirinden ayrı konuşuyorlar. Bir ben alkolü sevmiyor, bir ben bayılıyor. Biri çok aç bir adamken öbürünün aklına yemek yemek bile gelmiyor. Biri sevmeyi çok iyi biliyor öbürü nefret dolu. Birisi bağımlı, diğeri tertemiz. Birinin içinde fırtınalar koruyor öbürünün içi çürümüş. Biri saygılı biri kasıntı biri kaygılı biri rahat adam. Kaç ben var bilmiyorum. Saymakla uğraşmıyorum sadece yaşıyorum işte.
Birbirlerine karıştıklarında çok büyük sorunlar doğuyor. Olmak istemediği yerlerde olan tek bir ben çıkıyor ortaya. Sıkılgan saatini yoklayan.
Belki bu yüzden bazen dönüp baktığımda bunu ben mi yaptım diyorum. Bu yüzden benden beklemediğim şeyler yapmış oluyorum. Güçsüz benler her zayıflıklarında linç ediliyor. Belki bunlar bu yazıyı yazan benim son sözlerimdir.

9.4.13

Oduncu

"Ne oldu sana küçüğüm?" diye sordu. Çocuğun ıslak yüzünü devasa, nasırlı avucunun içine almıştı. Dizlerinin üstüne çökmüş olmasına rağmen kızcağızın ayaktaki halinden oldukça yüksekteydi. Normalde çocuklardan hoşlanmazdı, ota boka ağlayan küçük yaratıklardı onlar, ama bu çocuk o kadar içten ve dolu ağlıyordu ve derin bakışlara sahipti ki! Dondurma istiyorum diye bağırmıyordu, parka gideceğim diye de tutturmuyordu.Hatta hiç konuşmuyordu, hıçkıra hıçkıra olduğu yere mıhlanmış duruyordu. Her nefes verdiğinde bir daha alamayacakmış hissi veriyordu. Gözyaşları çenesinin altından güzelim elbisesini ıslatıyordu. Cevap vermedi. Kendini biraz bırakmıştı ancak. Adamın eline kafasını yaslamıştı. Bundan cesaretlenen adam onu kocaman koluyla sardı. Bu sefer daha beter ağlamaya başlayan küçük, yüreğini dağlamıştı. Bir an onun babası olduğunu düşündü. Ufacık kız çocuğunun gözlerini kendinden aldığını düşündü, o gözlere çok kötü davranıyordu - şiş şiş olmuştu küçücük gözleri. Acaba nasıl bir baba olacaktı? Bu kızın babası gibi ortalıkta olmayacak mıydı? Eğer öyleyse ne anlamı vardı baba olmanın? Onun gözyaşlarını silemedikten sonra, neden ağladığını bilmedikten ve onu neşelendiremedikten sonra? Belki de ölmüştür babası? Annesi de mi yok? Annesi olmasa kim giydirecek onu böyle? Omzu gözyaşlarından sırılsıklam olmuştu. O haldeyken tekrar sordu: "Neden ağlıyorsun küçüğüm?" Kız bu sefer daha şiddetle ağlamaya başladı. Adam ne yapacağını şaşırdı, "Sana dondurma almamı ister misin?" diye sordu. Kız bir an doğruldu, gözyaşlarını sildi ve kafasını evet anlamında salladı. Sonuçta o da bir çocuk diye düşündü. En azından bir tepki alabildiğine sevinmişti.
Beraber dondurma yediler. Sessiz kız bu sefer sessizce gülüyordu. Allah'ım bu yüze gülmek ne kadar yakışıyor diye düşündü iri, kaba saba adam. Aksine gülmek ona hiç yakışmazdı hatta ürkütücü bir hal alırdı suratı. Tabi ki bunu önemseyen yoktu. Elinde baltayla odunları kırarken yakışıklı olması gerekmiyordu. Kız üstünü bu sefer dondurmayla sırıksıklam ettikten sonra "Teşekkür ederim, babacığım." dedi. Adam bunu "Teşekkür ederim, amcacığım." diye duydu. Kızın kendisine samimiyet göstermesine sevinmişti. "Teşekküre gerek yok yavrum." dedi. Kız ise sonunda babasının onu tanıyor olmasından duyduğu mutlulukla adama sarıldı. Adam odun kırarken kenarda beklerken de çok mutluydu, beraber yüzmeye gittiklerinde de aslında babasının onun elini tutuyor olması bile yeterliydi onun için. Adam da çok mutluydu ama düşünüyordu da. Ailesi nerede acaba diye düşündü. O gün neden ağlıyordu? Kız artık onun evinde kalıyordu. Pek konuşmayan ve olgun bir kız çocuğuydu. Ufacık boyuna bakmadan ev işlerine yardım etmeye kalkıyordu. Adam kızın her haline gülüyordu ama üzülmesinden çekindiği için soru da soramıyordu. Konuşmayı pek sevmezdi.
Sonunda bir gün kapı hışımla açıldı ve içeri çıldırmış bir kadın girdi. Adamın üstüne yürüdü. Daha önce hiç görmediği bir kadındı. Herhalde başına kötü bir şey geldi bu kadıncağızın diye düşündü. Kadınsa çoktan onun yakasına yapışmıştı bile. "Kızımı kaçırdın! Cani!" diye bağırıyor bir yandan da ulaşabildiği en üst noktayı adamın göğsünü yumrukluyordu. Kız gözlerini faltaşı gibi açmış "Baba! Baba! Anne vurma babama!" diye bağırıyordu. Yardıma komşular yetişti adam şaşkınlık içerisinde olan biteni anlamaya çalışıyordu. Daha önce hiç titrememiş olan elleri su bardağını dökmeden sabit tutamıyordu. Kadın bir an dondu. Saatlerce kıpırdamadan tek bir noktaya bakıyordu ve belirli belirsiz sayıklıyordu. Şok geçiriyor gibiydi. Adamın hiçbir şey hatırlamadığını anladı. İşte o zaman taşlar yerine oturmaya başladı.
Soğuk bir kış gecesi onu ve kızını eşyasız salonun ortasında eşya gibi bıraktığı gece aslında onları terk etmemiş miydi? Başına bir şey gelmiş hafızasını kaybetmişti. Onca zamandır başka bir kadına gittiğini düşünmüştü. Biricik kocasına olan aşkını nefrete çevirmek için çok çaba sarf etmiş fakat başaramamıştı. Şimdi kocasının onu aslında aldatmadığına, evi bilerek terk etmediğine mi sevinseydi yoksa çektiği sıkıntılara döktüğü gözyaşlarına mı üzülseydi bilemiyordu. Kocasına sarıldı. Başına gelenlerin ne olduğunu merak etti ve neden hiç haber almadığını sonra 2 yıldır tek başına ne yaptığını...
Hepsini unutup sarıldı kocasına. Kızının da gözyaşlarını sildi, aldı onu aralarında. "Artık akmasın gözyaşın çocuğum." dedi. "Artık hiç ayrılmayacağız." Adam ne olup bittiğini anlamamıştı. Ama anlayacak çok zamanı vardı.






3.4.13

Biz Göçmenler


       Aslında biz de birer göçmeniz. Bakma takım elbiselerimize, saç sakal tıraşımıza içimizde birer ırgat yatıyor. Tarla neredeyse biz de oraya koşuyoruz, ekiyoruz biçiyoruz durmadan çalışıyoruz. Eski hayatımıza kıyasla daha fazla kazanıyoruz belki ama daha fazla da kaybediyoruz. Yoruluyoruz, yorulduk diyemiyoruz. Yorulursak yerimizde gözü olanlar daha biz kalkmadan otururlar sandalyemize. Haklarımızı da arayamıyoruz çünkü o 'gözü olanlar' o haklara da razı. Aslında onlar da haklı çünkü açlar. Ellerine geçen kuruşun hesabını yapıyorlar ve "evde oturmaktansa..."yla başlayan cümleyle saldırıyorlar. Saldırmayı öğrenmişler. Barışçıl kimseler ve haliyle bu savaşa katılamayanlar, kavga etmek istemeyenler susuyor, haklarının yenilmesine göz yumuyor. "Onların ayıbı" diye düşünüyor. 'Onlar'sa başka "onlar"a ve "imkanlar"a atıyor suçu. Kimse hakkın bu senin deyip vermiyor. İstemeni bekliyorlar. İsteyince sanki hakkın verilmiş değil de bir lütuf edilmiş gibi davranılması üzüyor bizi. Üzülmek? Üzülmeye vakit yok. Üzülmek için gelmedik buraya savaşmamız lazım efendimiz. Haklısın Sebastian. Yağmur mu yağmış? Evet efendimiz. Hiç fark etmemişim. Bütün gündür çalışıyordunuz efendimiz ondan. Yürümeyi özlemişim. Birazdan da yorulacaksınız efendimiz. Aslında acıktım da. Hatta uykunuz da var. Sabah uyandığımda her taraf karanlıktı. Aslında gece uyandınız efendim. O kadar saattir ne yapıyoruz Sebastian? Ne işimiz var burada? Dönelim. Dönemeyiz tutunmamız lazım. Ama bizi sevmiyorlar. Olsun biz de onları sevmiyoruz. Burayı da sevmiyoruz. Olsun burası zaten kimseyi sevmiyor. Sevmeye vakit yok efendimiz. Ben sabahları kahve içmeyi severdim. Buna zaman yok. Sakal bırakmayı da severdim. Sevmek konusunu kapatalım efendim. Haklısın Sebastian, hatta Sebastian konusunu da kapatalım bence. Nasıl isterseniz efendimiz. Sokakta kendi kendimize konuşuyoruz işe bak. Gördüler mi acaba? Şu ayağında terlikle gezen amca gördü galiba. Bakma, bakma utandıracaksın. Ayakları suya batmış ama aldırmıyor. Şu kıyafet satan teyze mi gördü acaba? Ne tatlı kıyafetler var pembe pembe küçücük. Kendi kızının eşyalarını mı satıyor? Arabaların camlarını silen çocuk bizi görmedi ama şimdi bakıyor. Az önce kazandığı parayla simit almak için simitçiye giriyordu, utandığından olacak sileceğini otların arasına sakladı. O da bize gördük mü acaba diye bakıyor galiba - bakma bakma. Ayakları olmayan dilenci para isteyecek - bakma. Mendil satan çocuk yaklaşıyor, kendinden büyük okul çantasıyla - BAKMA. Sadece işine bak sen. Herkes işine baksın. Sen de işine bak Sebastian. Sebastian? SEBASTİAN! Sen de gittin demek. Herkes gibi "işine gelirse" mi dedin sen de bana? Gel çalış maaş yok adına staj deriz, işine gelirse. Günde 20 saat çalışırsın, işine gelirse. Yemek mi? Ekmek arası neyine yetmiyor, işine gelirse. Kahvaltı mı? (Gülüşmeler) Biz de o yollardan geçtik. Herkes o yollardan geçti. Bu da demek oluyor ki geçilecek bir yol var. Yolun sonuna gelince arkaya dön ve yola çıkanların hallerine gül, içinden geçir "Biz de o yollardan geçtik ne günlerdi ama!" Çünkü eğer onlara acırsan ve yardım etmek istersen o yollardan geçmeden tepene binerler. Sonra tekrar başa dönmüş oluruz 'gözü olanlar' kısmına. 
      Savaşmak istemeyenler için yollar da mevcut tabi. Tanıdıkları olsun canım. Birisi desin ki "Al bu çocuğu yanına" o zaman sormazlar sana "Yapabilecek misin?" diye öğrenirsin canım. Hata da yapabilirsin. "Hatalısın" demezler. Sana bir şey demezler. Diğer tarafa dönerler ve derler ki "İdare et ...'nın tanıdığı". Bu hayatta torpil var demiyorum. Ya da rüşvet yerler de demek istemedim. Ama savaş var. Savaşta bütün ganimetler güçlü olanındır. Zayıfı öldürürsün ganimetine konarsın. Basit. Neyse Sebastian, gidelim!

25.3.13

Bir Evsize Sualler

Yıllar önce saçı sakalı birbirine karışmış bir evsize para kazanmak ister misin dedim ve onu alıp sahneye çıkardım. Yıkanmasına imkan sağlayıp kıyafetlerini çıkartıp yapay kostümler verdim. Seyircilere de durumu olduğu gibi anlattım sokakta yaşadığını ve yiyecek parası bile olmadığını belki kazanırsa biraz içki içmek isteyeceğini... Ona istedikleri soruları sorabileceklerini söyledim. Bir oyun sandılar. Adama neşeyle sorular yağdırmaya başladılar o da içtenlikle cevap veriyordu.
- En son ne zaman yıkandın?
- 1 ay kadar önce havalar sıcakken dereye girmiştim.
(kahkahalar)
- Bu hale nasıl düştün?
- Kendimi bildim bileli buradayım.
- Ne zamandır kendini biliyorsun?
- İçmeye başladığımdan beri.
- Ne zamandır içmeye başladın?
- Sakallarım çıkmıyordu henüz...
- Neden çalışmıyorsun?
- İstedim, çok yere gittim, almadılar.
- Ne yer ne içersin nasıl geçinirsin?
Sessizlik. Çok güzel rol yaptığını düşünen bazı seyirciler her soruya her cevaba gülüyorlardı. Kimiyse onu ters köşeye düşürmek için saçma sapan sorular soruyordu. Adamı çileden çıkarmaya çalışanlar başarısız oluyordu, bizimki çok sabırlıydı. Oyunu ben bitirdim. Seyirciler onun foyasını açığa çıkaramadıkları için hırslı ayrıldılar salondan. Oyundan sonra paraları eline sayarken nasıldı dedim devam etmek istiyor musun? Bu da sual mi? Tabi ki dedi. Sokakta her gün başına gelen sorgulamalardan para kazanmanın şaşkınlığı üstündeydi. Bir Evsize Sualler isimli oyunumuz 2009'dan beri Tiyatro Bahçesi'nde sahnelenmektedir. Bekleriz...

13.3.13

15. Bölüm

Kafamı kaldırdım tutunamadığım kitabımdan ve etrafımdaki insanlara baktım. Yılmaz Amca vardı. Adı Yılmaz olmalıydı çünkü yılmadan dışarıyı izliyordu; sanki hayatının son 25 senesini bu yolları, eklenip çıkarılan durakları, inen binen insanları, güneşli/yağmurlu/karlı havayı ve bazen buğulu camı, yükselen inşaatları, kesilen ağaçları, artan şerit ve araba sayısını izleyerek geçirmemiş gibi sıkılmadan izliyordu. İzlemeyi öğrendik hepimiz -sıkılmadan izlemeyi. Beklerken izlemeyi, izleyerek yaşamayı. Uyanıyoruz televizyon izliyoruz -haberler önemli-, durakta otobüslerden taşan insanları, gelip geçen otobüsler ve insanları izliyoruz, işe gidiyoruz iş arkadaşlarımız çalışıyor mu, patron beni görüyor mu ya da buralarda mı izliyoruz, işten çıkıyoruz yolda yürürken izliyoruz -sıradışı bir şey var mı, yoksa aynı insanları mı görüyoruz diye izliyoruz, sıradışı bir tip ya da olay varsa ne ala daha iyi izliyoruz, otobüse biniyoruz izliyoruz yılmadan aynı yolları izliyoruz Yılmaz Amca gibi. Onun yanında Ceylan var. Genç bir kız ürkek ürkek bakıyor etrafa bu yüzden adı Ceylan. Kimse benim farkımda mı bakışı var üstünde. İzlenmekten çoğumuz hoşlanmayız 'Ne bakıyorsun?' diye kavga çıkarabilen bir yapıya sahip oluşumuzdan da belli. Ama Ceylan bundan bizden biraz daha fazla endişe duyanlardan. Ona bakan Yılmaz Amca'nın yer vermesini istediğini anlamıyor üstüne üstlük 'Bana bakıyor galiba yaşlı sapık' diye geçiriyor aklından. Mahallede kulağına gelen bir şehir efsanesini - yaşlı bir adam genç kızların önünde tansiyonu düşmüş numarası yapıp oralarını buralarını elliyormuş- annesinin sesinden duyuyor kafasında binlerce defa. Her duyduğunda daha tedirgin oluyor, Yılmaz Amca'ya ters bakışlar atıyor. Her otobüsün sallanışında tedirgin oluyor en son dayanamıyor kalkıp yer veriyor. Yılmaz Amca yılmaz bakışlarıyla zafer kazanırken  Ceylan kurtulmanın zaferini otobüsün kalabalığına karışarak kutluyor. Kalabalık coşkulu herkesin elinde bayraklar. Atkılar sallanıyor, hep bir ağızdan marşlar söyleniyor Coşkun arkadaşlarının omuzlarına abanarak daha yüksek sesle bağırıyor onlara nazaran. Adı bu olmalı, Coşkun. Bitmek tükenmez coşkusundan geliyor. Her maç aynı tantana: bıkmadan, usanmadan, coşkuyla, sesi kısılana takım kazanana kadar. Haydi kartallar Coşkun geliyor. Yenildiklerinde aynı coşkuyla sövüyor Coşkun. Üstelik kazandığında bir gün arkadaşlarına gıcık tavırlar sergilemesine karşın yenildiğinde herkese -otobüste gördüğü atkılılar dahil- dert yanıyordu. Ceylan yüksek sesle coşkulu bir şekilde kartallara söven iki gencin yanında mahsur kalmıştı şimdi. Daha fazla dayanamayacağını düşündü ve mendilini yere attı. Mendil yere düşmedi. Bıyıklı, beyaz İspanyol paça pantolonlu, uzun favorili bir centilmen tarafından havada yakalanmıştı mendili. Mendili aldı, kokladı ve sahibine teslim etmek için diz çöktü. 'Kuzum,' dedi, 'neden dikkatli olmuyorsunuz? Az kalsın kalbiniz kadar temiz mendiliniz pis ayaklar altında en az benim içim kadar ezilecekti. Buna asla gönlüm razı olmazdı biliyor musunuz?' dedi. Ceylan 'Ah' dedi, 'Rıza?' Rıza -ki adı bu olmalıydı- 'Evet kuzum' dedi, 'Benim biricik aşkın'. Ceylan şaşkın 'Fakat, Leyla o ne der buna?'-Adı kesinlikle Leyla'ydı. 'O, Adnan'la kaçtı.'-Adı Adnan ya da Ferit olabilir- Ceylan bu filmin sonunu biliyordu. Binlerce defa izlemişti. Filmlerdeki aşklara çok özenirdi. Ama karşısına çıkan erkeklerin hiçbiri Tarık Akan -Adı Tahsin Üregül'dü- kadar yakışıklı değildi ve kimse onun gibi sevemiyor, onun kadar güzel bakamıyordu. Onun aldatması bile 'olsun'du. Bunları düşünürken ceketinin düğmelerini Coşkun'un ceketine iliklemişti. Otobüsten inerken de onu kendisiyle beraber dışarı sürükledi. 'Sen beni mi takip ediyorsun sapık?' deyip suratına okkalı bir tokat yapıştırdı ve bunu Yılmaz Amca izledi. 15.bölümün etkisinde kaldığımı düşünerek kitabımı okumaya devam ettim.

2.3.13

Gökkuşağı

Her şeye rağmen gülmeye çalışmak değil mi hayat?
Gülersin kendi rezilliğine ve korkaklığına, söverken içinden
Gözler ama, kalbin sadık dostu,
İhanet eder beyne

Çaresizlikten, bulamayacağını bile bile ararsın;
İnanmak istersin bir şeye, 'umut fakirin ekmeği'
Dünyanın en güzel yemeklerini düşlersin,
Bir ekmekle doyarsın.

Hayat herkese adil davranmaz
Kimi meyve bahçelerinde doğar
Kimi yağmur ormanlarında.
Ve ben rüyalarımda hep gökkuşağını gördüm

Bir gün ben bataklığıma gömülmüşken
Bir ağaç dal uzattı ve tutundum
Tırmandım ve dalından gökyüzüne baktım
Bulutlu ve karanlıktı, yıldızlar bile görünmüyordu

Hiç beklemediğim bir anda gökkuşağı çıktı göğe
Tırmanarak ağaca, dallarına basarak dokunmak istedim
O kadar uzak değildi ama kırılınca dallar düştüm
Düştüm ve rüya gördüm, rüyamda gökkuşağımda yatıyordum

Rüyalarda daha kolaydı her şey; dokunmak
Renklere doymak ve unutmak.
Gökkuşağı yılda bir görünürdü belki, ama
Ne zaman uyusam oradaydı gökkuşağım ve benimdi

4.2.13

kaybolduğum şehirler


yağmur başladı. bağcıklarından astığım botum dışarıdaydı ama ben henüz farkında değildim. rüyamda ne gördüm bilmiyorum ama kahkahama uyandım. pencere açıktı ve burnuma dolan toprak kokusu ve yüzüme çarpan yağmur esintisiyle mutlu oldum. yağmur her zaman mutlu etmiştir beni ama ilk yağmur yağdığında yayılan kokuyu, toprak kokusunu fark etmem için küçük bir kız çocuğuyla yazın ortasında yağmura yakalanmam gerekmişti. bayılıyorum bu toprak kokusuna diye haykırıp kollarını iki yana açıp koşmaya başlamıştı. kokuyu defalarca dikkatlice içime çektim. şimdi aynı kokuya zahmetsizce ulaşabiliyordum 8 kişilik otel odasında pencere kenarındaki ranzanın üst katında yatıyordum ve odada kimse yoktu. uzun uzun gerindim, yatakta bağdaş kurup pencereye doğru döndüm amacım soğuk havanın tadını sıcak yatağımda çıkarmaktı; uzun sürmedi. bu havada giyebileceğim tek ayakkabılarım ağzına kadar dolu, sallanıyorlardı. olan olmuştu artık ama kuruması için kaloriferin yanına koymalıydım. bundan birkaç ay sonra bana yine yağmurlu bir günde eşlik edecekti. penceresiz odamda kafayı yemek üzereydim. hapishanelere insanlar bilerek girmez ben bu odada bilerek yaşıyordum. ama isteyerek değil. oksijensizlik kafama vurdu ve attım kendimi sokağa. pencerem olmadığı için yağmur yağdığını bile fark etmemiştim. ayağımda botum üstümde daha sonraları kaybedeceğim deri ceketim. her zaman cıvıl cıvıl olurdu evimizin önü barlar, kafeler, müze, metro ve tren istasyonu, otobüs durakları hepsi vardı. ama bu gece sadece son seferlerini yapıyordu otobüsler ve eve geç kalmış insanlar koşturuyordu sokakta. yürümeye başladım toprak kokusunu içime çekerek. arabaların ışıkları vardı sadece ve şiddetli yağmur. daha evden çıkar çıkmaz sırılsıklam olmuş saçım şimdi yağmurdan beter ıslatıyordu yüzümü. insan görmek istiyordum, bol bol da hava almak. temiz hava... kalabalık olacağını düşündüğüm merkeze doğru yöneldim. yolun ortasında oksijen beynime ancak gitmeye başlamış olacak çok ıslandığımı fark ettim. sığınacak bir yer aradım ve ilerideki vapur iskelesine doğru hızlandım. gittiğimde yeni vapurun kalkmasına az kalmıştı. biletimi basıp beklemeye başladım. aylardır bu şehirdeydim ve vapura hiç binmemiştim. vapur şiddetli rüzgar ve dalgalarla boğuşuyordu. resmen oturduğum koltukta zıplamama sebep oluyordu benim tek derdimse inmeden önce biraz kuruyabilmekti. sonunda vardığımızda yağmur yağmıyordu.vapurdan inen insanlar çok kısa bir süre içinde kayboldular. geniş ve boş bir alan kaldı geriye. rüzgar bir poşeti uçurarak geçirdi önümden içimden rüzgar efekti yaptım mutluydum. yeni yerler görmeyi ve gittiğim şehirde kaybolmayı severdim. düz alanı geçtim ama hiçbir yaşam belirtisi bulamıyordum. anayola  çıktım tek araba geçmiyordu. saate baktım. 2 olmak üzereydi. saat kaçta çıkmıştım ki evden? ne tarafa gideceğimi kestirmeye çalışırken sigara içerek geçen birini gördüm. şehir merkezini sordum. nerede kaldığımı sordu. burada olmadığımı son vapurla döneceğimi söylediğimde koşsan iyi olur dedi son vapur saat 2'de. gittiğim şehirde kaybolmayı severdim ama sadece bir süreliğine. koşmaya başladım. boş alan sandığımdan da uzaktaymış. ve boş alan sandığımdan da genişmiş. vapura yetiştim ve bindiğimde yine ıslaktım bu sefer terden. vapur tekrar zıplaya zıplaya ilerledi. indiğimde yine şiddetli yağmur vardı ama şehir bu sefer çok canlı geldi. arabalar, ışıklar, binalar, tek tük insanlar, sarhoşlar dilenciler... eve geldim botlarıma teşekkür edip mütavazı odamda tek kişilik parti verdim

23.1.13

uykusuzdum, yine vazgeçtim, sebepsiz yere hevesim kaçtı ki bunu bekliyordum zaten... heyecanla giriştiğim her işin ortasından biraz sonra olurdu bu. sorgulamalar başlardı önce; neden bu işe giriştim, zaten şu da yolunda gitmiyor, bu da istediğim gibi olmuyor... baştaki 'neden olmasın?', 'yaparım ne var ki?', 'süper olur!'cu tavırdan eser yoktu artık. harekete geçmekte çok iyiydim ama sürdürme kısmı hep en zoru oluyor. her şeyde böyleydim. "tamam" derdim bazen "artık düzenli olarak sabah yürüyüşü yapıyorum", "her gün 10 sayfa da olsa kitap okuyorum", "günde bir film izliyorum, en az!"... hepsinin dayanma süreleri farklı olsa da hiçbiri kalıcı olmadı. peki neydi bu? tembellik mi? sorumluluktan kaçma mı? monotonluk korkusu mu? Hayır. bu sonsuzluk korkusu. esaret korkusu. onun tekrar etmesinden değil ama hiç bitmemesinden duyulan gizli korku bu.
bazı şeylerin de hiç bitmesini istemezsin. işte o zaman ondan uzak durman gerektiğini hissedersin. bu tarihi bir eseri korumaya almak gibidir. eğer rafa kaldırmazsan kırılacağını bildiğin o kibrit evin gibidir. sıkı sıkı sarmak istediğin ama uzaktan sevmek zorunda olduğun yeni doğmuş bir bebek gibidir.
"kendine gel" dedim, "şimdi vazgeçemezsin!".
Bir sarhoşun düştüğü yerden kalkması için sadece istemesi yetmez, toparlanana kadar beklemesi de gerekir.

19.1.13

düşünüyorum öyleyse varım

düşünüyorum... koltuğa gömülmüş oturuyorum dirseklerim taşıyor sadece beni, sol elim havada asılı kalmış ve işaret parmağımı başparmağıma sürterek düşünüyorum. gözlerim dolu dolu ve bomboş bakıyor biliyorum karşımdaki kadının bakışlarımdan rahatsız olduğunu farketsem de kıpırdanışını ve tedirgin bakışlarını rahatlıkla görebilsem de gözlerimi çekmek çok zor geliyor. aslında zor da değil de istemiyorum hiç. zaten direk yüzüne ya da herhangi bir yerine bakmıyorum. ben sana bakmıyorum be kadın! ne düşüncelerimi dağıtıyorsun pimpirikli hareketlerinle? ne düşünüyordum ben az önce? hı hatırladım... ben neden buradayım. klasik felsefi sorular. her seferinde farklı ama aynı seviyede cevaplar. neden böyle oldu. şu olsaydı burada olmazdım, bu olsaydı ben de öyle olurdum, yapmasaydım, etmeseydim, neden yaptı ki sanki? gittim, gidemedim, gitti, gelmedi, iyi ki gittim, iyi ki geldin, iyi ki varsın, bırak gideyim, hep seninleyim. düşünüyorum... biraz da düşünmesem diye düşünüyorum; içiyorum düşünüyorum, koşuyorum düşünüyorum, gülerken düşündürüyorlar düşünüyorum, tuvalette düşünüyorum, otobüste düşünüyorum. bu kadar düşünmek yerine biraz düşünüp biraz da iş yapsaydım neler olurdu hayal bile edemiyorum. düşünsenize o kadar çok- ya da neyse düşünmeyin ya. bari sizin kafanız rahat olsun biraz.

17.1.13

Defterime Karaladıklarım

           İlkokuldaydım kaçıncı sınıf hatırlamıyorum. Hep öğretmen tarafından tutulan öğrenciydim, kafam çalışırdı(!). Matematik sorularında havada olan parmağı görmezden gelinen öğrenci bendim. Sınıfın kompozisyon ve resim ödevlerini yaptırtmak için yalvardıkları da... Hatırlar mısınız zili duyup sınıfa depar attığınızı ve zaten yeterince terlememişsiniz gibi koşunca daha beter terlediğinizi ve sınıfa girdiğinizi? Bi' bakardınız ki sınıfta kimse yok, biri hariç; İşte o biri de ben olurdum. En önde oturmazdım ama öğretmenle hep göz kontağı, işbirliği içerisindeydim. Zor bir ödev verdiğinde diğerleri üzülse ben içten içe sevinirdim. Girdiğim derece belirleme sınavlarında okul ve ilde derecelere girerdim. Ve benim çok samimi bir tane arkadaşım vardı.
             Arkadaşım derslerinden hep düşük not alırdı. Özellikle sosyal bilimleri çok kötüydü, halbuki kitap okumaya bayılırdı. Herkesle dalga geçerdi, sınıftakiler de hep onunla dalga geçerdi o da onları döverdi. Tek arkadaşı olmama rağmen ben dalga geçsem beni bile dövebilirdi eminim. Bunlar onun genel özellikleri ama benim asıl anlatmak istediğimse sınıfta onun başına gelen bir olay. Dersteydik tüm sınıf sessizce tahtadakileri yazıyordu. Öğretmen sınıfta geziyordu. Tahta tamamen doluydu ve öğretmenin bu beşinci turuydu. Derken bir anda arkadaşımın yanında durdu, onun defterine eğildi. Bir süre öyle kaldı. Tüm sınıf bir terslik olduğunu hissetmiş gibi şaşkınlıkla onu izliyorduk. Eğildiği yerden yavaş yavaş kalkıyordu ve sol eli aşağı iniyordu. Arkadaşımın kafası da onun eliyle tuhaf bir şekilde aşağı iniyordu. Anlamıştım ölümcül kulak çıtlatma operasyonu gerçekleşiyordu- bu operasyonun temel amacı kulağı yerinden söküp yere atıp üstüne basmak değilse de kesin çekiç, örs, üzengi ayarını bozmak istiyordu. Normal insanlar(!) kulak çeker, enseye vurur, cetvelle döver- artık dövülmeyi bile normal karşılar olmuştuk- ama bu nedir ya? Kulak çıtlayan bir organ mıdır? Kulağın çıtladığını ilk nerede öğrendin de bizim üstümüzde pratik yapıyorsun? Ve hatırlıyorum yere 5cm mesafeye kadar indirmişti. Zor çıtlayan bir kulağa sahipmişim demek ki. Peki neydi bu Ö.k.ç.o.(ölümcül kulak çıtlatma operasyonu)'nun sebebi? Defterime karaladığım sözcüklerdi.