24.6.11

    Bir anda gözleri karardı. Gözlerini kapatıp kendine gelmeye çalıştı. Engebeli yolun sarsıntısından elinde tuttuğu kayış kayıp yerde sürüklenmeye başladı.
    Vücudu, merdivenden sekerek düşermişçesine sallandı. Sahipsiz başı göğsüne düştü ve omuzları denge kurmaya çalışırken komik bir görüntü oluşturdu, neler olduğunu bilmeyenlerin gözünde...
    Sonra kafasını önündeki kalın tahta parçalarından birine çarptı.
    Önündeki at hala hızla koşuyordu.
    Ayakları kıpırdamadı yerinden. Sadece kafası, iki tahta arasına sıkışmış; bir kolu sarkar biçimde devam etti yolculuk.
    Gideceği yeri bilen at vardığında çiftliğe, oğlu işte bu halde gördü babasını. Bir eli yerlerde sürünmekten kanlar içinde kalmıştı. Hemen elini kaldırıp yukarı koydu, sonra başını kaldırmaya çalıştı babasının. Çıkmadı. Atı çözdü, hizmetçiyi çağırıp atı verdi. Tüm ev halkı hizmetçinin çığlıklarına gelmişti; aşçılar, bahçıvanlar, çocukları ve karısı.
   Eğilip başparmağıyla babasının göz kapaklarını açıp gözlerine baktı. Ne görmeye çalıştığını bilmiyordu sadece gözlerine ışık girerse rahatsız olur ve uyanır sanmıştı. Uyanmadı...
  Kafasını sıkıştığı yerden kurtardı. Tüm şehri gezerek topladığı, at arabasının arkasını dolduran, bir görenin kokudan dönüp tekrar baktığı ve kokusu şu an tüm avluyu kaplayan kır çiçeklerinin arasına yatırdı... Gözlerinden istemsiz gözyaşları damlıyordu. Korkarak kulağını yaşlı adamın göğsüne dayadı.
  Yerden onlarca kuşun havalanmasına, köpeklerin havlamasına, atların huysuzlanmasına, bir çocuğun oyunun tam ortasında yerinde çakılı kalıp taşlardan birine hedef olmasına ve duygusu olan her insanın ürpermesine neden olan acı bir çığlık duyuldu...

24.3.11

Hiçbir Şey Olmadı

Kan değil ki o ağzından akanlar az önce yediği dondurma olmalı
O silahlar gerçek değil ki askercilik oynuyor olmalılar
Yerdekiler de ölü değil ki güneşleniyorlar sadece
Çocuklar ip atlıyor aslında, top oynuyorlar
 Dondurma yiyorlar güle oynaya
Ve damlatıyorlar üstlerine belki anneleri kızıyor sadece
Kirlettiler diye beyaz giysilerini
Kimse kırmadı ağzını bu güzel kız çocuğunun...

3.3.11

Sümbüller

            Kalabalığın vermiş olduğu gerginlikle kaşlarımı çatmıştım. Üstelik kötü bir koku da hâkimdi otobüse. Herkesin ayakta olmaktan ya da sıkışıklıktan hoşnutsuz ifadeleri etrafımı sarmıştı. Benim de umutsuzluğa kapıldığımdan haberim yoktu, O’nu görene kadar. Adeta karanlık kalabalıkta bir ışık gibi parlıyordu. Yüzü, insanların gözlerine bakışı ve gülümseyişi… Telefonla konuşmuyordu ya da arkadaşı yoktu yanında. Tek başına gülücük saçıyordu işte, mutluydu. Bir anda neşeyle ve huzurla dolduğumu hissettim.
             Bana yaşama sevinci aşılayan bu yabancıyla dayanılmaz bir tanışma isteği duyuyordum, neşesinden biraz daha sebeplenebilmek için. Keşke onun gibi olabilseydim diye hayıflandım. Bir yandan da merak ediyordum, O’nu bu kadar mutlu kılan şey nedir diye. Derken çok dikkatli baktığım dikkatini çekmiş olacak ki gülümseyerek başıyla selam verdi. Önce donakaldım. Ardından tereddütle ben de “Selam,” dedim. Titrek bir ses çıkmıştı ağzımdan, yanıma yaklaştı “Siz de mi okula gidiyorsunuz?” dedi. “Evet,” dedim, “maalesef“. “Neden maalesef?” diye sordu.
- Bu sabah trafiğinde ve kalabalıkta bulunmak zorunda olmaktan hoşlanmıyorum, dedim.
Neşeyle kahkaha attı, otobüsteki gergin bakışlara aldırmadan:
- Keşke şu an benim hissettiklerimi hissedebilseniz, dedi. Dün hapisten çıktım ve şu an değil kalabalıkta, trafikte gitmek, herkesi sırtımda taşıyarak gidiyor olsam bile benim için büyük bir keyif.
Çok şaşırmıştım. Eli yüzü düzgün öğrenci görünümlü bir çocuktu. 

        Şaşırdığımı fark edip açıklamaya girişti:
- Bundan yaklaşık iki ay önce derse girmek üzere fakülte binasına doğru ilerliyordum. Binanın önünde kalabalık bir grup vardı. Miting yapıyorlar, bir şeyleri protesto ediyorlardı. Oralı bile olmamıştım. Siyasetten hoşlanmam. Fakülteye girmek için aralarından ilerlemeye çalışırken suratıma patlayan ilk flaşla fotoğrafçıların da orada olduklarını anladım. Ertesi gün okula gittiğimde herkes bana bakıyor gibi gelmişti. Bu tarz şeyleri önemsemem, bunu da önemsememiştim; ta ki kantinci gazetede çıkan boy boy fotoğraflarımı gösterene kadar. Göğüs hizamdan yukarısı görünüyordu, yüzümde kararlı bir ifade vardı. Başta beğendim fotoğrafı, “Fiyakalı olmuş” dedim. Tüm çıktığım gazetelerden birer tane aldım. Derken dikkatimi çeken manşetle tadım kaçtı. Hükümet aleyhine atılan sloganlar sanki benim ağzımdan çıkmış gibi büyük harflerle fotoğrafımın üst kısmına yazılmıştı.
        Durdu. Etrafına bakındı. Okula yaklaşmıştık, kısa tutması gerektiğini hissederek anlatışını hızlandırdı:
- Canım sıkılmıştı tabi. Ama unuttum. Zaten sınavlarım vardı bir hafta sonra. Tam bir hafta sonra… Çarşamba günü gecelerce uyumadan çalıştığım, anlamak uğruna derbeder olduğum Fizikokimya sınavına giderken kapıda duran askerleri göremeyecek kadar dalgındım. Kollarıma girdiklerinde şaka yapan arkadaşlarım sandım. Kafamı kaldırdığımda yüzümde bulunan gülümseme, asker üniformalarını gördüğüm anda yere düştü sanki. Tutukladılar. Anlattım, dinlemediler. Fotoğraflar boydan olsaydı elimdeki kitapları görürdünüz, dedim. Güldüler… Her neyse, 42 gündür işlemediğim bir suçtan ötürü gözaltında tutuluyorum. Şimdi suçsuz yere bir buçuk aydır dört duvar arasına tıkılı kalan biri olarak burada kalabalıkta okula gittiğim için mutlu olmamalı mıyım sence?
Donup kalmıştım. Tebessümle başını eğerek selam verdi ve sessizce otobüsten indi.
Aslında başından beri otobüste kimsenin olmadığını fark ettim. Yolda ne akıcıymış öyle. Derse girerken güneş açmış, çiçekler çıkmıştı.
Mis gibi kokuyordu dün burada olmayan sümbüller...