"Benim için de sadece sen varsın" dedi sarışın çocuk ama arkası dönüktü ona. Çocuğun baktığı yer bambaşkaydı kızın gördüğünden. Kız haykırdı arkasından ama çocuk yoktu artık. Peşinden gitti kız da. Bir uçurumdu düştükleri. Bembeyaz bulutlardan oluşan bir yataktı. Derinliği yoktu, sonu da. Hem güzeldi hem de korkunç. Ama korkmadı ikisi de ve süzüldüler bulutların arasında kanatları varmışçasına el ele. Mutluluktan yaşlı gözleri birbirine o zaman değdi işte. Nereye gittiklerinin bir önemi yoktu şimdi varlıklarını hissettikçe. O saatten sonra düşmüyorlardı, beyaz bulutlar uçuyordu yanlarından sadece. Düşmek denemezdi buna çünkü. Ve ayakları yere bastığında ak sakallı dede de yoktu altın varaklı kapı da. Kundağında ağlayan iki bebek vardı, az önce ayakta durdukları yerde.
Hatıralarımdan hatırladıklarımı uydurduklarımla harmanladım biraz edebiyat sosu döktüm üstüne bir de maydanoz attım, adını da blog koydum
30.10.12
Reenkarnasyon
27.10.12
Hiç uyanmasam
http://www.fotokritik.com/2106467/agacli-yol-itu
Bir şehir var. Kulağımda kulaklık, kalın paltomun ceplerinde ellerim. Karlar, bir yandan ayağımın altında çıtırdıyor, bir yandan omzumda birikiyor. Sokaklar uzun ve sessiz. Ağaçlar yollara eğilmiş, hal hatır sorarken beni umursayan bile yok. Koskoca şehrin umrunda bile olmadan, kimse duymadan geçiyorum bu şehirden. Yolum uzun, yorgun değilim fakat yalnızım. Yalnızlığım da yağıyor karla birlikte üzerime, omuzlarımda birikiyor. Kardan da ağır, şehrin yalnızlığından da. Çok yolum düşmez bu şehre, aklıma düşer bu şehir. Sık sık yürürüm bu hüzünlü, duygulu sokaklarda. Çekerim kokusunu içime bu şehrin, yerden yükselen soğuk buharlarından. Buzda kayar ayaklarım sonra alışık olmadıklarından ve düşerken uyanırım yatağımda üşümüş bir halde.
Bir şehir var. Kulağımda kulaklık, kalın paltomun ceplerinde ellerim. Karlar, bir yandan ayağımın altında çıtırdıyor, bir yandan omzumda birikiyor. Sokaklar uzun ve sessiz. Ağaçlar yollara eğilmiş, hal hatır sorarken beni umursayan bile yok. Koskoca şehrin umrunda bile olmadan, kimse duymadan geçiyorum bu şehirden. Yolum uzun, yorgun değilim fakat yalnızım. Yalnızlığım da yağıyor karla birlikte üzerime, omuzlarımda birikiyor. Kardan da ağır, şehrin yalnızlığından da. Çok yolum düşmez bu şehre, aklıma düşer bu şehir. Sık sık yürürüm bu hüzünlü, duygulu sokaklarda. Çekerim kokusunu içime bu şehrin, yerden yükselen soğuk buharlarından. Buzda kayar ayaklarım sonra alışık olmadıklarından ve düşerken uyanırım yatağımda üşümüş bir halde.
25.10.12
Jennifer
Öne doğru atıldı önce. Durdu, benden tepki
bekliyordu. Tekrar hareketlendi, kafasıyla da 'haydi' işareti yapıyordu. Ben
bir adım atınca o beş adım ileriye gitti ve tekrar durup arkasına baktı;
geldiğimden emin olmak istiyordu. Pek halim yoktu ama o çok ısrarcıydı.
Seslendi. Ağır adımlarla yürümeme kızmıştı. İstifimi bozmadan yürümeye devam
ettim. Bağırdı iki üç defa art arda; artık sinirlenmeye başlıyordu, koşmamı
istiyordu. Ben de öne doğru atıldım, bu sefer koştuğumdan emin bir halde 8-10
adım koştu. Durdu; gelmediğimi anlamıştı. Bu sefer geri atak yaptı, hızla
üzerime geliyordu. Bir an tedirginlikle ne yapacağımı bilemedim, acaba bana
gerçekten zarar verir mi dedim. Geldi etrafımda bağıra çağıra tur atmaya
başladı. Sabahın altısıydı, yeterince gürültü yaptığımız ve artık komşuları
rahatsız etmek istemediğimiz için - yeterince şikayet gelmişti zamanında-
koşmaya başladım. O sırada tur atmaya devam ettiği için ters yöne doğru
koşuyordu ama koşmaya başladığımı fark eder etmez durdu ve hızla aynı yöne
koşmaya başladı; park istikametine. Her sabahki gibi daha ufukta park
görünmeden beni geçmişti. Parkın kapısına kadar gitti içeri girmeden biraz daha
yaklaşmamı bekledi. Yarışı kazanmış ve beni kandırmış olmanın verdiği gururla
her zamanki yerine çişini yaptı.
Adı Jennifer. O zamanlar henüz bir
yaşındaydı. Ve bir yıldır da hayatımı renklendiriyordu. Bir alışveriş
merkezinde karşılaştık ilk. Sahibi doğalı 1 hafta olmuşken bakamayacağını
anlamış Jennifer'a ve onun kardeşlerine.
Pet
shop'a onları satmaya gelmiş ancak çok küçük oldukları için satamamıştı. Tavşan
sandım onu ilk kutuya baktığımda. Çok tatlıymış dedim Jennifer'ı göstererek.
Satayım sana, dedi benden küçük bir çocuk. Öğrenciyiz dedim. Anladı param
olmadığını. Annesi geldi çocuğun. Bakabilecekseniz vereyim size dedi. Düşündüm,
bakarım ama apartmanda yaşıyorum. Ben bakarım sorun değil yemeğini veririm,
gezdiririm, her şeyiyle ilgilenirim ama annem izin vermez. Hem çocukluktan beri
bir köpeğim olmasını çok istiyorum ama annem de çocukluktan beri köpek almama
izin vermiyor. Ama bu çok tatlı, eminim annem de sevecektir. Evet karar verildi
alıyorum. Bakarım dedim. Bak bunun aşısı var hastalığı var her gün gezdirmesi
var, tüyü var banyosu var, biti var, piresi var dedi. Tamam her şeyiyle kabul,
yalnız bir telefon numaranızı alsam iyi olur dedim. Ne olur ne olmaz. Kucağımda
uyuyordu eve geldik. Yere koydum dizimde uyumaya başladı. Koşup koşup durduğu
yerde uyuyordu. Biberon aldım ona süt verdim, ilk mahsulünü koridorun orta
yerine verdi. Zaten annemin gelip ne söyleyeceğini düşünüp kendi kendimi yerken
bu durum daha da korkuttu beni. Henüz tanıyalı 2 saat olmuştu ama öyle çok
seviyordum ki, ondan ayrılmayı kabul edemezdim.
Korktuğum başıma gelmedi. Annem kızmadı
sadece tehdit etti. Eğer bir yerde sidik, kaka, kıl görürsem, dedi, cümlesini
bitirmeden ''asla, yemin ederim görmeyeceksin'' dedim. 3 ay evin içine etti. En
sonunda balkona yapmayı öğrettim her şeyini. Her gün de dışarı çıkarıyorum.
İşin en güzel yanı da geceleri annemle beraber yatıyorlar.
Aslında bu olanlar 7 yıl önceydi. Jenny ile
bambaşka bir sürü şey daha yaşadık güldük ağladık ve en önemlisi de birbirimizi
çok sevdik. Şimdi bu defterleri neden açtığıma gelince, işlerinde ehli
insanların hayvanları korumak(!) için attığı büyük adımlar. Hayvanlarımızla
neden uğraştıklarını bilmiyorum ama tek bir şey biliyorum o da hayatlarında hiç
hayvanları olmadıkları. Olmuşsa bile en fazla kurbanlık koyundur.
19.10.12
Bir Hikayem Var Anlatacak
Bazen sadece anlatır insan, mesaj vermeden, sonunu nasıl bağlayacağını bilmeden.
Bizim mahallede eski bir kahve vardı.
İçeride genelde yaşlılar bazen de gençler; yüksek sesli gülüşleri, masalara
vurdukları okey taşları ve yumruklarının sesleriyle durmadan çay içer, sohbet
ederlerdi. Biz - ben ve mahalledeki diğer ufaklıklar- kahveye sadece
büyüklerimizi çağırmaya gönderilirdik. Berberin hemen yanıydı, berbere çok
gitmiştim ama kahveye ilk defa gidecektim. Geceleri tüm evlerden kahkahalar ve
mangallardan tüten dumanlar yükselirdi ama gündüzleri sadece kahveden. Yoğun
bir sis bulutunun içine girdiğimi hatırlıyorum -o zamanlar sigara içme yasağı
yoktu- gözlerim biraz yaşardı ama hemen alıştı, fakat alışamadığım bir durum
vardı ki o da neşe ve şiddetin gereksiz uyumuydu.
Ciddi bir bakkalımız vardı. İçeri
girdiğimde yüzüme dik dik bakar ilk benim konuşmamı beklerdi, o baktıkça ben de
bakardım en son o sıkılır kafasını hafifçe sallardı ben de istediklerimi
sıralardım. Ciddiyetini bozmadan istediklerimi poşetler, kendince bir şaka
yapar buna tepki olarak gıdığını çıkarıp burnundan tıslardı, bu onun gülmesiydi
diye düşünürdüm, meğer değilmiş; Önce önündeki adamın keline tüm gücüyle
bir tokat yapıştırdı sonra da avazı çıktığı kadar kahkaha attı, boğazı yırtılıp
nefesi tükeninceye kadar sürecek sandım ama başladığı kadar hızlı bitti. İşte
bu sahneyle birlikte kendi kahvefobi hastalığımın mucidi oldum.
Tıpta adı konulmamış bir hastalık bu
çünkü adı değişir. Herkesin bu korkuyu ilk yaşadığı olaydan alır adını. İşin
aslı, insanların görmeye alışık olmadığın yüzünü görmenizle başlar. Bu anne
babanızı iş yerinde görmek, öğretmeninizi sevgilisinin yanında görmek hatta
ilkokul arkadaşınızı ilk olarak üniformasız görmek bile olabilir. O insanlar
artık sizin evde bildiğiniz pijamalı aileniz, ciddi ve babacan öğretmeniniz
veya çalışkan arkadaşınız değildir. Onların birer kimliği daha vardır ve bunu
kabul etmek demek onların sizsiz bir hayatları olduğunu da kabul etmek
demektir. Başta zor gelir çünkü onları sadece iş başında görmüşsünüzdür, özel
hayat ise bambaşkadır.
Özel hayatla meslek hayatını birbirine
karıştırmak birçoğumuzun farkında olmadan yaptığı bir şeydir. Mesela
"doktordan temiz araba" sözünü ben ilk duyduğumda, tüm koltuklarında
kan lekeleri olan, koltuk aralarından haplar vs. çıkan ama yine de dışarıdan
bakınca temiz görünen bir araba canlandı gözümde. 'Öğrenci adam', pasaklılığı
ve dağınıklılığıyla bilinir ve öğrenci adamın asla parası olmaz, büyüklerle
çıkılan yemekte ona hesap ödetilmez, cep harçlığı verilir ona, mühendislerinse
iyi birer koca olacağı düşünülür hep.
O gün kahvede yaşadığım şoku çabuk
atlattım, hatta okey masalarının yanındaki sandalyede yancı hesabından oralet
içmişliğim bile var. Meslek hayatlarıyla özel hayatları arasında fark
olmayanların mesleklerini seven insanlar olduğunu anlamam da pek uzun sürmedi
ama hala çocuklarına mühendis ol, doktor ol diyen ebeveyni anlayabilmiş
değilim.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)