30.10.12

Reenkarnasyon

"Benim için de sadece sen varsın" dedi sarışın çocuk ama arkası dönüktü ona. Çocuğun baktığı yer bambaşkaydı kızın gördüğünden. Kız haykırdı arkasından ama çocuk yoktu artık. Peşinden gitti kız da. Bir uçurumdu düştükleri. Bembeyaz bulutlardan oluşan bir yataktı. Derinliği yoktu, sonu da. Hem güzeldi hem de korkunç. Ama korkmadı ikisi de ve süzüldüler bulutların arasında kanatları varmışçasına el ele. Mutluluktan yaşlı gözleri birbirine o zaman değdi işte. Nereye gittiklerinin bir önemi yoktu şimdi varlıklarını hissettikçe. O saatten sonra düşmüyorlardı, beyaz bulutlar uçuyordu yanlarından sadece. Düşmek denemezdi buna çünkü. Ve ayakları yere bastığında ak sakallı dede de yoktu altın varaklı kapı da. Kundağında ağlayan iki bebek vardı, az önce ayakta durdukları yerde.

27.10.12

Hiç uyanmasam

http://www.fotokritik.com/2106467/agacli-yol-itu

        Bir şehir var. Kulağımda kulaklık, kalın paltomun ceplerinde ellerim. Karlar, bir yandan ayağımın altında çıtırdıyor, bir yandan omzumda birikiyor. Sokaklar uzun ve sessiz. Ağaçlar yollara eğilmiş, hal hatır sorarken beni umursayan bile yok. Koskoca şehrin umrunda bile olmadan, kimse duymadan geçiyorum bu şehirden. Yolum uzun, yorgun değilim fakat yalnızım. Yalnızlığım da yağıyor karla birlikte üzerime, omuzlarımda birikiyor. Kardan da ağır, şehrin yalnızlığından da. Çok yolum düşmez bu şehre, aklıma düşer bu şehir. Sık sık yürürüm bu hüzünlü, duygulu sokaklarda. Çekerim kokusunu içime bu şehrin, yerden yükselen soğuk buharlarından. Buzda kayar ayaklarım sonra alışık olmadıklarından ve düşerken uyanırım yatağımda üşümüş bir halde.

25.10.12

Jennifer

  Öne doğru atıldı önce. Durdu, benden tepki bekliyordu. Tekrar hareketlendi, kafasıyla da 'haydi' işareti yapıyordu. Ben bir adım atınca o beş adım ileriye gitti ve tekrar durup arkasına baktı; geldiğimden emin olmak istiyordu. Pek halim yoktu ama o çok ısrarcıydı. Seslendi. Ağır adımlarla yürümeme kızmıştı. İstifimi bozmadan yürümeye devam ettim. Bağırdı iki üç defa art arda; artık sinirlenmeye başlıyordu, koşmamı istiyordu. Ben de öne doğru atıldım, bu sefer koştuğumdan emin bir halde 8-10 adım koştu. Durdu; gelmediğimi anlamıştı. Bu sefer geri atak yaptı, hızla üzerime geliyordu. Bir an tedirginlikle ne yapacağımı bilemedim, acaba bana gerçekten zarar verir mi dedim. Geldi etrafımda bağıra çağıra tur atmaya başladı. Sabahın altısıydı, yeterince gürültü yaptığımız ve artık komşuları rahatsız etmek istemediğimiz için - yeterince şikayet gelmişti zamanında- koşmaya başladım. O sırada tur atmaya devam ettiği için ters yöne doğru koşuyordu ama koşmaya başladığımı fark eder etmez durdu ve hızla aynı yöne koşmaya başladı; park istikametine. Her sabahki gibi daha ufukta park görünmeden beni geçmişti. Parkın kapısına kadar gitti içeri girmeden biraz daha yaklaşmamı bekledi. Yarışı kazanmış ve beni kandırmış olmanın verdiği gururla her zamanki yerine çişini yaptı. 
            Adı Jennifer. O zamanlar henüz bir yaşındaydı. Ve bir yıldır da hayatımı renklendiriyordu. Bir alışveriş merkezinde karşılaştık ilk. Sahibi doğalı 1 hafta olmuşken bakamayacağını anlamış Jennifer'a ve onun kardeşlerine.
Pet shop'a onları satmaya gelmiş ancak çok küçük oldukları için satamamıştı. Tavşan sandım onu ilk kutuya baktığımda. Çok tatlıymış dedim Jennifer'ı göstererek. Satayım sana, dedi benden küçük bir çocuk. Öğrenciyiz dedim. Anladı param olmadığını. Annesi geldi çocuğun. Bakabilecekseniz vereyim size dedi. Düşündüm, bakarım ama apartmanda yaşıyorum. Ben bakarım sorun değil yemeğini veririm, gezdiririm, her şeyiyle ilgilenirim ama annem izin vermez. Hem çocukluktan beri bir köpeğim olmasını çok istiyorum ama annem de çocukluktan beri köpek almama izin vermiyor. Ama bu çok tatlı, eminim annem de sevecektir. Evet karar verildi alıyorum. Bakarım dedim. Bak bunun aşısı var hastalığı var her gün gezdirmesi var, tüyü var banyosu var, biti var, piresi var dedi. Tamam her şeyiyle kabul, yalnız bir telefon numaranızı alsam iyi olur dedim. Ne olur ne olmaz. Kucağımda uyuyordu eve geldik. Yere koydum dizimde uyumaya başladı. Koşup koşup durduğu yerde uyuyordu. Biberon aldım ona süt verdim, ilk mahsulünü koridorun orta yerine verdi. Zaten annemin gelip ne söyleyeceğini düşünüp kendi kendimi yerken bu durum daha da korkuttu beni. Henüz tanıyalı 2 saat olmuştu ama öyle çok seviyordum ki, ondan ayrılmayı kabul edemezdim.
            Korktuğum başıma gelmedi. Annem kızmadı sadece tehdit etti. Eğer bir yerde sidik, kaka, kıl görürsem, dedi, cümlesini bitirmeden ''asla, yemin ederim görmeyeceksin'' dedim. 3 ay evin içine etti. En sonunda balkona yapmayı öğrettim her şeyini. Her gün de dışarı çıkarıyorum. İşin en güzel yanı da geceleri annemle beraber yatıyorlar.
            Aslında bu olanlar 7 yıl önceydi. Jenny ile bambaşka bir sürü şey daha yaşadık güldük ağladık ve en önemlisi de birbirimizi çok sevdik. Şimdi bu defterleri neden açtığıma gelince, işlerinde ehli insanların hayvanları korumak(!) için attığı büyük adımlar. Hayvanlarımızla neden uğraştıklarını bilmiyorum ama tek bir şey biliyorum o da hayatlarında hiç hayvanları olmadıkları. Olmuşsa bile en fazla kurbanlık koyundur.

19.10.12

Bir Hikayem Var Anlatacak

       Bazen sadece anlatır insan, mesaj vermeden, sonunu nasıl bağlayacağını bilmeden.
       Bizim mahallede eski bir kahve vardı. İçeride genelde yaşlılar bazen de gençler; yüksek sesli gülüşleri, masalara vurdukları okey taşları ve yumruklarının sesleriyle durmadan çay içer, sohbet ederlerdi. Biz - ben ve mahalledeki diğer ufaklıklar- kahveye sadece büyüklerimizi çağırmaya gönderilirdik. Berberin hemen yanıydı, berbere çok gitmiştim ama kahveye ilk defa gidecektim. Geceleri tüm evlerden kahkahalar ve mangallardan tüten dumanlar yükselirdi ama gündüzleri sadece kahveden. Yoğun bir sis bulutunun içine girdiğimi hatırlıyorum -o zamanlar sigara içme yasağı yoktu- gözlerim biraz yaşardı ama hemen alıştı, fakat alışamadığım bir durum vardı ki o da neşe ve şiddetin gereksiz uyumuydu.
       Ciddi bir bakkalımız vardı. İçeri girdiğimde yüzüme dik dik bakar ilk benim konuşmamı beklerdi, o baktıkça ben de bakardım en son o sıkılır kafasını hafifçe sallardı ben de istediklerimi sıralardım. Ciddiyetini bozmadan istediklerimi poşetler, kendince bir şaka yapar buna tepki olarak gıdığını çıkarıp burnundan tıslardı, bu onun gülmesiydi diye düşünürdüm, meğer değilmiş; Önce önündeki adamın keline tüm gücüyle bir tokat yapıştırdı sonra da avazı çıktığı kadar kahkaha attı, boğazı yırtılıp nefesi tükeninceye kadar sürecek sandım ama başladığı kadar hızlı bitti. İşte bu sahneyle birlikte kendi kahvefobi hastalığımın mucidi oldum.
      Tıpta adı konulmamış bir hastalık bu çünkü adı değişir. Herkesin bu korkuyu ilk yaşadığı olaydan alır adını. İşin aslı, insanların görmeye alışık olmadığın yüzünü görmenizle başlar. Bu anne babanızı iş yerinde görmek, öğretmeninizi sevgilisinin yanında görmek hatta ilkokul arkadaşınızı ilk olarak üniformasız görmek bile olabilir. O insanlar artık sizin evde bildiğiniz pijamalı aileniz, ciddi ve babacan öğretmeniniz veya çalışkan arkadaşınız değildir. Onların birer kimliği daha vardır ve bunu kabul etmek demek onların sizsiz bir hayatları olduğunu da kabul etmek demektir. Başta zor gelir çünkü onları sadece iş başında görmüşsünüzdür, özel hayat ise bambaşkadır.
       Özel hayatla meslek hayatını birbirine karıştırmak birçoğumuzun farkında olmadan yaptığı bir şeydir. Mesela "doktordan temiz araba" sözünü ben ilk duyduğumda, tüm koltuklarında kan lekeleri olan, koltuk aralarından haplar vs. çıkan ama yine de dışarıdan bakınca temiz görünen bir araba canlandı gözümde. 'Öğrenci adam', pasaklılığı ve dağınıklılığıyla bilinir ve öğrenci adamın asla parası olmaz, büyüklerle çıkılan yemekte ona hesap ödetilmez, cep harçlığı verilir ona, mühendislerinse iyi birer koca olacağı düşünülür hep.
      O gün kahvede yaşadığım şoku çabuk atlattım, hatta okey masalarının yanındaki sandalyede yancı hesabından oralet içmişliğim bile var. Meslek hayatlarıyla özel hayatları arasında fark olmayanların mesleklerini seven insanlar olduğunu anlamam da pek uzun sürmedi ama hala çocuklarına mühendis ol, doktor ol diyen ebeveyni anlayabilmiş değilim.